7 Şubat 2015 Cumartesi

Sarı Ana Efsanesi (Muğla)

Sarı Ana Efsanesi (Muğla)
Önbilgi: Osmanlı padişahlarının sefere çıkarken ya da sefer öncesi, bölge insanının ulu-ermiş dediği kişilerden feyiz aldığı, bilinen bir gerçektir. İşte "Sarı Ana Efsanesi", bu gerçeğin efsaneleşerek günümüze aktarılmasının bir örneğidir.

Efsaneye göre Sarı Ana, Marmaris'te yaşayan, halk arasında sözü geçen ulu bir kişidir. İyiliğiyle, hoşgörüsüyle, çevresindekilerin sevgisini kazanmıştır.

Günün birinde Kanuni Sultan Süleyman, Rodos seferi için Marmaris'e gelir. "Kendin 'ulu'su kimdir? Kimin duasını talep edelim?" diye sorar. Sarı Ana'yı söylerler ve yaşadığı yeri gösterirler. Kanuni Sultan Süleyman, Sarı Ana'nın yanına varır ve elini öper. Sarı Ana, bir tek sarı ineğin sütüyle tüm orduyu doyurur. Kanuni Sultan Süleyman sorar:

"Sarı Anam, deyiver, Rodos'u alabilecek miyiz?"

Sarı Ana'nın yanıtı şöyle olur:

"Ordundaki askerlerin herhangi birisinin yanında herhangi bir haram nesne yoksa zafer senindir."

der. Kanuni, meraklanır.

"Bunu nasıl anlayacağız Sarı Ana? Bize bildir."

der. Sarı Ana da;

"Şimdi armut mevsimidir. Askerlerin torbalarına baksınlar. Torbalarında armut varsa, bu, Marmaris bahçelerinden toplanmış haram meyvedir. Ancak benim bir dileğim var. Torbalarından haram çıkanlara bir şey yapmayacaksın. Onları seferden alıkoy. Bu, onlara büyük bir cezadır."

der. Kanuni, askerlerin torbalarını aratır, birkaçında armut çıkar. Rodos'tan zaferle döndüğünde Marmaris'e uğrayıp Sarı Ana'nın elini öper.

Sarı Ana, yöre halkının inancına göre balıkçıların ve denizcilerin koruyucusudur. Denizde zor durumda kalanlar, ondan yardım diler, medet umarlar. O da kendisinden yardım isteyene yardımcı olur.

5 Şubat 2015 Perşembe

Siyon Liderlerinin Protokolleri

Bilinen en ünlü propagandalardan biri, "Siyon Liderlerinin Protokolleri"dir. Bu belgede dünyayı gizlice ele geçirme planlarını tartışmak için bir araya gelen bir grup Yahudi'nin toplantısı anlatılır. Masonlar da onların suç ortağıdır. Yahudiler de Masonlar da basını ve mahkemeleri kontrol altında tutarlar.

Yahudi devrimciler, Hıristiyanlığı ve devleti zayıflatmak için liberalizmi kullanırlar. Uluslararası bankacılık güçlerini ülkeleri batırmak için kötü emellerine alet ederler. Siyasetçilere şantaj yaparak hükümetleri perde arkasından yönetirler. Savaş zamanında her türlü hukuksuzluğa başvururlar.

Protokoller, "beyin yıkama", "pornografi", "alkol" ve "uyuşturucu"larla toplumun yapısını bozarken, özenle yürütülen bireysel özgürlük manipülasyonu ve illüzyonu, toplumun perde arkasında yok edilişini örter.

Protokollerin başlangıcından bugüne izlediği yolun özeti şudur:

✓ Protokollerin esin kaynağı, Fransız Devrimi için Masonları ve İlluminatiyi suçlayan Abbe Barruel'in "Anılar"ıdır.

✓ 1840'larda Fransız yazar Eugene Sue, aynı teoriyi yeniden kaleme alarak Katolik bir tarikat olan Cizvitleri hedef almıştı.

✓ 1864'te Sue'nin kitabı, başka bir Fransız yazar Maurice Joly tarafından yeniden yazıldı: "Machiavelli ve Montesquieu'nun Cehennem Diyalogları". Joly'nin kitapçığında Masonlar, Yahudiler ya da Cizvitler değil; Şeytan ve 3. Napoleon arasındaki söze komplo anlatılıyordu. Ama hikaye, Sue'nin yazdığının aynısıydı

✓ 1890'da Fransa da yaşayan Mathieu Golovinsky adlı bir Rus yazar, "Protokoller"in modern versiyonu haline gelen metni yazdı. Aristokrat, fakat servetini yitirmiş bir Rus aileden gelen Golovinsky, ailesinin kötü kaderi için Yahudileri suçluyordu. Yahudilerin bankacılığı, savaşları ve dünyayı nasıl yönettiğini anlatarak öyküyü dallandırıp budaklandırdı.

✓ Çar'ın gizli polisi Okhrana, sonunda öyküyü ele alıp düşmanları Yahudiler ile Masonlara dönüştürerek propaganda aracı olarak kullandı. Ortodoks kilise ayinlerinden sonra kürsüden bile okunuyordu bu metin. Bu versiyonda Yahudiler, devrimi körüklemek için Yahudi olmayanların önünde siyasi özgürlük ruhunu sallarlar Ama sonunda sözlerini yerine getirmeye niyetleri yoktur.

✓ Sergev Nilus adlı bir Rus rahip, 1905'te "Protokoller"i yayınladı ve 1917 Rus Devrimi'nden sonra bu metnin 1897'de İsviçre'nin Basel kentinde düzenlenen Siyonis Kongre'nin kayıtları olduğunu söyledi.

✓ 1919'da Amerikalı sanayici Henry Ford, "Detroit Independent" adlı gazeteyi yalnıza Yahudi karşıtı mesajlarını kamuoyuna iletmek için satın aldı. 1922'de "Protokoller"i dizi halinde yayınladı. "Uluslararası Yahudi" adı verilen bu yazı dizisi, dünyanın her yerinde yeniden basıldı. Adolf Hitler'in bu metinlerle bu sayede tanıştığı söylenir. Ford, sattığı arabalarla birlikte bu metni de dağıtıyordu. Fakat tuhaftır ki Henry Ford, bir Mason'du ve metinden Masonlarla ilgili bölümleri çıkarıyordu.

Bundan kısa bir süre sonra Nazi Partisi, Almanya'da seçimleri kazandı ve Adolf Hitler, Yahudileri yok etme planlarına gerekçe olarak bu metinleri gösterdi. Nazi sloganlarından biri şuydu:

"Bütün Masonlar, Yahudi'dir ve bütün Yahudiler Mason!."

Protokoller, 100 yıldır dünyada dolaşıyor ve bugün internette çok çeşitli komplo teorisyeni gruplar tarafından yayılıyor. Bu metin, İslami ülkelerde özellikle çocuklara ders kitabı olarak dağıtıldığı Mısır ve Suudi Arabistan'da çok popüler. Afro-Amerikalı İslam Ulusu, beyaz milliyetçi milis gruplar, Filistin'de Hamas ve Amerikan Nazi Partisi, bugün "Protokolleri" geçerli olarak kabul ediyor. Diğerleri ise metindeki "Yahudi" ve "Mason" sözcüklerini "neokonlar", "küreselleştirmeciler", "uluslararası bankerler" gibi sözcüklerle değiştiriliyor.

David Icke ise, "Protokoller"in Yahudiler ve Masonları değil, 2 metre boyunda, biçim değiştiren sürüngen uzaylıları (reptilianları) anlattığına inanıyor.

Metinlerin tarihindeki en tuhaf anlardan biri, ünlü çizgi-roman sanatçısı Will Eisner tarafından anlatılan çizgi roman "The Piot: The Secret Society of the Protocols of the Elders of Zion" (Komplo: Siyon Liderleri'nin Protokolleri Gizli Cemiyeti), "Protokoller"in dolambaçlı yolculuğunu benzersiz bir bakış açısıyla anlatıyor.

4 Şubat 2015 Çarşamba

Nefis Mertebesine Göre Görülen Rüyalar, IV

3. Nefs-i Mutmainne Dairesi'ndekilerin Sıklıkla Gördükleri Rüyalar

Nefs-i Mutmainne basamağının özelliği, "Sıfat-ı Kâmile"dir. Yani bu basamağa yükseltilen zât, her yönüyle mükemmelleşen bir kimsedir.

Nefs-i Mutmainne'nin alametleri şunlardır: Tevekkül, Amel (iş, eylem), Cü' (açlık), fikr (tefekkür), ibadet (kulluk) ve riyazettir (Zühd ve takva maksadıyla dünya zevklerinden kaçınma ve nefsin isteklerini yenmeye çalışma).

Nefsin bu mertebesinde görülen rüyaların sembolik anlamları şöyledir:

Din kitapları: Kulluk hizmetlerinde iyi bir yere gelmiş olmanın işaretidir.

Doktor: Kişinin nefsanî hastalıklarına amel-i salih (salih amel) ile ilaç yapmak, tedavide bulunmak olarak yorumlanmaktadır.

Evliyalardan birini ya da birkaçını görmek: Kişinin korktuğundan emin ve umduğuna nail olması şeklinde yorumlanmaktadır.

Hattatlık/Hattat: İşlerin çokluğuna işaret etmektedir.

İmam, hatip, alim, şehit ya da salih kimseler: Rüyayı gören kişinin bedeninin Allah'ın emrine göre hizmete girdiğini ifade eder.

Kadı/Hakim: Kalbine ve azalarına hükmün geçeceği şeklinde yorumlanır.

Kuran-ı Kerim (görmek ya da okumak): Kalbi her türlü fenalıktan arındırmada ve maksada erişmede başarıya ulaşıldığını işaret eder. Ancak hangi surenin rüyada görüldüğü bilinip ona göre yorum yapılmalıdır.

Mekke, Medine, Mescid-i Aksa, Mescitler, Medreseler, Tekkeler, Kütüphane, Dershane, Salih zatlara ait türbe ve buna benzer yerler: Rüyayı gören kimsenin kalbinin temiz olduğunu ifade eder

Müftü: Nefsin hayra yönelişi olarak yorumlanır.

Mürseller ve nebiler görmek: İslam dininin güçlenmesi ve peygamberlere bağlılığın artması olarak yorumlanır.

Mürşit: Nefsinin irşad edileceğine işarettir.

Padişah, kral, emir ya da devlet başkanı: Kişinin kendine hakim olduğunu ifade eder.

Sancak, bayrak, ok, mızrak, tüfek, top ve benzeri savaş araç-gereçleri: Kişi üzerinde şeytanın vesvesesinin azaldığı, nefis ve şeytana karşı mücadelede güçlü hale geldiğini işaret eder.

Tesbih: Amaca ulaşılacağına işaret eder.

Vezirler, emirler, vekiller ya da devlet başkanına yakın kimseler:

Yeşil Renk: Nefs-i Mutmainne derecesinin bedene yerleştiğini, kişinin hayatına hakim duruma geldiğini işaret eder.

2 Şubat 2015 Pazartesi

Üçgenin Sembolizmi


Üçgen, 3 noktayı birleştiren, 3 açı ile 3 kenardan oluşan geometrik şekle verilen addır.[1] Başka bir deyişle üçgen, düzlemde birbirine doğrusal olmayan üç noktayı birleştiren üç doğru parçasının birleşimidir.[2]

Üçlemenin bir sembolik yanı da kutsal birleşme ve doğan çocuktur, bir başka deyişle baba-anne ve çocuk da bir üçlemedir. Bir başka üçleme de beden, can ve ruh üçlemesi olarak gösterilebilir. Günümüz bilimine göre Tanrı, insan ve evren üçlüsü, bir üçgenin köşeleri gibi birbirlerinden ayrı ve kopuk değildir.

Üç sayısı, sembolik anlamlarının bir bölümünü "üçgen" şekline devretmiştir. Üçgen sembolizmiyle üç sayısının sembolizmi arasında benzerlikler vardır. İnsanoğlunun, bazı geometrik şekillere kutsallık yüklediği bilinmektedir. Kutsal geometri anlayışında dini gelenekte varoluşumuzun üç seviyesini (ruh, zihin ve beden) simgeleyen, kozmosun özgün uyumunu gösteren üç geometrik şeklin (daire, üçgen ve kare) temel alındığı ileri sürülür. Kutsal mimarinin temellerinden biri olan üçgen, daire ve kare arasındaki geçiş formu olarak görülür. Zamanla tanrılar ve tanrıçalar arasında bir üçleme haline gelir. Kutsallığı ilan edilen bu üç geometrik şekilden biri olan üçgen, tüm dünyada en çok tartışılan sembollerden biridir. Masonların gizli işareti, masonluğun belirtisi olarak görülür. Kendisini “Alegori perdesi arkasına gizlenmiş sembollerle tasvir edilen bir ahlak sistemi olarak” tanımlayan Masonlukta “üç”ün özel bir anlamı vardır. Bu yüzden Masonik semboller arasında en sık rastlanan şekillerden biri de “üç nokta”dır.[3]

Üçgen, tüm geometrik şekiller arasında en tutarlı olanıdır. Bundan ötürü üçgenin, öncelikle "sağlamlık", "değişmezlik" ve "dayanıklılık" kavramlarını simgelediği benimsenmiştir.[1]

Üçgen pek çok uygarlığın alfabesinde bir harf, bir karakter olarak yer almıştır. Orhon ve Yenisey yazıtlarında görülebileceği gibi, Proto - Türkler’in runik alfabesinde de kullanılmaktaydı. Alfabelerde olduğu gibi, tradisyonlarda da üçgen sembolü genellikle, eşkenar üçgenle belirtilmiştir.[4]

Musevi mistik düşüncesinde b (boaz) j (jakın) g (genese) üç harf (B.J.G.) üreme, çoğalma, doğuş ve zürriyeti simgeler. İddialara göre, Mısır Piramitlerinin yanlarının üçgen olması mimari tesadüf değildir. Eski Mısır’da eşkenar üçgenin, Tanrı ile Nur’un sembolü oluşunun ve İsis-Osiris-Horus üçlemesinin etkili olduğu düşünülmektedir. Mısırlıların mimaride oranlama konusundaki başarıları, sanatsal ifade biçimlerinin hepsinde ortaya çıkmakta ve sayı sembolizmine verdikleri önemi vurgulamaktadır. Bu oranların belli dini kavramları ifade eden anlamlar taşımaları yüksek olasılıktır.[4][3]

Bilindiği gibi Yahudiler dinî sembollere de büyük önem verirler. Bu sembollerin en başta gelenleri, sinagoglarda bulunan yedi kollu şamdan, iç içe geçmiş iki üçgen ve borazandır.[5]

İç-içe geçmiş, biri ters, biri düz iki üçgenin bir anlamı vardır. Bir kelimenin anlamını gösteren bu tür bir simge, ideogram ya da bir monogram olabilir. İç içe geçmiş iki üçgen, aynı zamanda hem gökyüzünü hem de yeryüzünü simgeler. Üçgen, toprak, su ve havayı, anne, baba ve çocuk ilişkisini, geçmişi, şimdiki zamanı ve geleceği simgeler.[6] Yahudilikte üçgen, ayrıca "Sinay Dağı"nı sembolize eder.[7]

Hz. Musa, Mısır’dan ayrıldıktan sonra bu ezoterik sembolizmi iki üçgenin iç içe geçmesi ile dile getirmiştir. Bu sembol daha sonraları İsrailoğulları’nın dinsel ve ulusal simgesi haline gelmiştir. Şu anda Siyonizmin sembolüne dönüş­müş olsa da temeli yukarıda dile getirmiş olduğumuz gibi çok eskilere dayanmaktadır.

Tepe noktası yukarıya bakan üçgen göğü, aşağıya bakan üçgen ise yerin sembolü konumundadır. Bunların iç içe geç­mesi tasavvufta “Vuslat” olarak ifade edilen göğün ve yerin evliliğinin yani göksel bilgilerin yeryüzünde ortaya çıkmasını ifade eder ki, bu durum varlığın şuurlanmasıyla ortaya çıka­cak bir sürece karşılık gelir. Bir başka deyişle göksel bilgile­rin insanda tezahür etmesi anlamına gelir.
[4]

Ters çevrilmiş pembe üçgen, Nazilerin, toplama kamplarında, homoseksüelleri ayırt etmek için kullandıkları semboldü. Homoseksüeller ters çevrilmiş pembe üçgen rozeti takmak zorunda bırakılmışlardı, Yahudiler ise sarı üçgen.[8] Yahudi tutsaklar, sarı üçgenlerin üzerine, tutuklanma nedenini gösteren ikinci bir üçgen de takmak zorunda kalmışlardır. Bu ikinci üçgen ile birlikte winkel'leri "Davud Yıldızı" şeklini alıyordu.[9]

Üçgen, Masonlukta çok önem verilen ve en değerli tutulan simgelerden biridir. Yüzey (iki boyutlu) geometrik şekillerin ilki ve en basiti olmakla birlikte, diğer şekilleri oluşturduğu için onlardan üstün tutulur.[1]

Üçgen, Masonluğun önemli sembollerinden birisidir. Mimar Sinan Dergisi'nde üçgen üzerine şunlar yazılıdır:

"Sembol'e örnek olarak "üçgen", allegori'ye örnek olarak da "Hiram Efsanesi" gösterilebilir. Üçgen, operatif Masonlar tarafından teslisin sembolü olarak kabul edilmiş ve böylece spekülatif Masonluğa intikal etmiştir." [10]

Şunu da belirtmek gerekir ki üçgen sembolü çoğu zaman içinde yer alan bir göz sembolüyle birlikte kullanılır. Mason localarında ve eserlerinde yer alan ışık saçan üçgen içindeki göz simgesi dikkat çekicidir. Bu sembol, Masonlara, kendilerine verilen sırları titizlikle saklamaları gerektiğini ve "göz"ün üzerlerinde olduğunu hatırlatır.[11]

Işık saçan üçgen içindeki göz sembolüne, görünüşte masonlukla alakası olmayan yerlerde de rastlamak olasıdır. Masonlar bunu, diğer başka sembollerle birlikte, güçlerini ve hakimiyetlerini vurgulamak amacıyla kullanırlar. Örnek olarak, 1 Amerikan Doları üzerindeki üçgen içindeki ışık saçan göz figürü verilebilir.

1 Doları alıp incelediğimizde göreceğimiz manzara, Tevrat’ın yani Kitabı Mukaddes’in, doların yüzüne şifrelendiğidir. Solda görülen dairenin içindeki Piramidin 12 katı vardır. Üstünde de, üçgen içinde “her şeyi gözleyen göz” (yani Yahve/Yahova) bulunmaktadır.[11]

Masonların en ünlü sembolleri arasında yer alan üçgen içinde göz ve piramit, Eski Mısır'dan alınmadır. ABD Büyük Mührü'nde yer alan piramit, Firavun Keops adına yapılan büyük piramittir.

Dan Brown'un kitabına göre, Washington'da "Federal Üçgen" diye bir simgeler zinciri var. Üçgenin bir ucu Kapitol Binası, ikincisi Beyaz Saray, üçüncüsüyse Washington Anıtı. Bunların üçü de Masonlar'ca tasarlanmış ve temelleri atılmış. Yapıların tasarımı, bir mabede benzetilirken, yapıların içindeki oturma, yaşama gibi üniteler, kuzey-güney ve doğu-batı yönleri dikkate alınarak düzenlenmiş. Masonlukta, her yönün belirli bir anlamı ve önceliği olduğu var ve bu tabii ki tasarım için en önemli kriter haline geliyor.[12]

Çizgili tutsak giysilerinin göğüs hizasına tutsakların bir bez parçasının üzerine işlenmiş kamp numaraları, bunların altına da "Winkel" adı verilen, tutsağın ait olduğu kategoriyi gösterir renkte bir üçgen dikilmiştir. Örneğin, kırmızı bir üçgen, tutsaklığın nedeninin politik olduğunu gösterirken, siyah üçgen anti-sosyal tutsağı (fahişeler ve Çingeneler), yeşil üçgen kriminal suçluyu, mor üçgen Yehova Şahitleri'ni, pembe üçgen homoseksüeli, sarı üçgen ise Yahudi'yi temsil etmekteydi. Üçgenin üzerindeki harf ise tutsağın hangi ülke vatandaşı olduğunu göstermekteydi (Örneğin, Polonyalılar için “P” harfi).[9]

Üçgen, aynı zamanda inisiyasyonun sonunu gösterir. Amaçla­nan hedefe artık ulaşılmış ve inisiye adayı büyük zincirin bir halkası haline gelmiş demektir. Üçgen sembolünün kullanımına tradisyonlardan şu örnekler verilebilir:

✓ Kaide tradisyonunda yüce ışığın, nurun sembolü olan üçgen.

✓ Uygur tradisyonunda kutsal dağı temsil eden üçgen.

✓ Maya tradisyonunda ışığın ve tohumun sembolü olan üçgen.

✓ Hindu tasvirlerinde ateşin sembolü olan üçgen.

✓ Graal efsanelerindeki Montsalvat’ı (Kurtuluş Dağı) temsil eden üçgen.

✓ J. Churchward’a göre 70.000 yıl önce, yitik Mu uygarlığında spirituel Göğün, semavi üçlünün sembolü olan üçgen.

✓ Eski Çin tradisyonunda birliği ve ahengi ifade eden Si adı verilen üçgen,

✓ Meksika’da, Yukatan bölgesinde, Uxmal’daki mabetlerden biri olan, J.Churchward’un 12.000 yıldan daha eski olduğunu sandığı “kutsal gizlemler (misterler) mabedi “nin inisiyasyon salonunda bulunan üç yıldızlı üçgen.

Hint tradisyonunda ve okültizmde görüldüğü gibi, üçgen sembolü kimi zaman, tepe noktası aşağıda, tabanı yukarıda olacak şekilde, yani baş aşağı tasvir edilir. Bu ters eşkenar üçgen tradisyonlarda genellikle, Sanskrit dilinde avalokiteshwara terimiyle ifade edilen, semavi etkinliğin inişini, tesirin semavi âlemden yeryüzüne, insanlara inişini, Yukarı’dan aşağı olan akışı ifade eder. Dogonlar da Gök ve Yer’in evlenişini, eril sembol olan bir ters üçgeni bir yumurta çiziminin üzerine, sivri ucu yumurtada delik açacak şekilde kondurarak temsil ederler. Ters üçgen sembolizmi Graal kupasında ve eski Mısır’daki kalp tasvirinde de görülür: ‘Graal kupası’ genellikle ters üçgen veya ters koni biçiminde tasvir edilir, eski Mısır’da kalbi ifade eden hiyeroglif de ters üçgen biçimindeki bir vazoyu andıracak tarzda resmedilir.
Hint tradisyonunda üçgen tarafından çevrili daire ise kimi sembolizmlerde trimurtiyi simgeler: Trimurti üç yüzlü ilah anlamına gelir. Brahma olarak yaratır, Vişnu olarak hükmeder, Şiva olarak yok eder. Aslında üç ayrı ilah yoktur; Bir’in üç ayrı fonksiyonunu gösteren üç tezahür söz konusudur.

Üçgen sembolü kimi zaman birçok şekilden oluşan bir diyagramın parçası olacak şekilde kullanılmaktadır. Bu kombine sembollerden bazıları çift üçgen, birbirine geçmiş iki üçgen (‘altı uçlu yıldız’), içi daireli üçgen, içi on noktalı üçgen (tetraktis), içi ‘küçük dik üçgenler’e bölünen üçgen, altında kare olan üçgendir. Doğal olarak, üçgen sembolünün anlamı bu kompozisyonlardaki yerine bağlı olarak az çok değişiklik göstermektedir.

"Kare üzerindeki üçgen" bileşik sembolünde, üçgen, tezahürler ötesi âlemi, spirituel göğü, ‘kare (O) ise yeryüzünü simgeler. Bu, 3+4’ün biçimsel sembollerinden biridir. Bu sembolün Grekoromen tapınaklarda temsil edilişine, dört sütun üzerinde yükselen üçgen alınlık olarak rastlanır. James Churchward bu bileşik sembolle ilgili olarak şu bilgileri veriyor: "Buradaki üçgen, Yer’in üzerindeki Göğü simgeler ama, burada üzerinde denilirken, daha yüksek bir mükemmellik boyutu kastedilmektedir. Eski Mısır’da inisiye adaylarının içeri alındığı girişte bu sembol, kare ve üçgenden oluşan tek parça bir taşla temsil edilirdi. Uxmal’da kutsal gizlemler (misterler) mabedinin inisiyasyon salonunda rastlanılan kare üzerindeki üçgende üç yıldız bulunur. Üç yıldızlı üçgene Naga-Maya dili ile yazılmış. Mexico Müzesi’nde bulunan tabletlerde de rastladım.

“Allah’ın hakkı üçtür”. Küçüklüğümüzden beri duyduğumuz bu söz üç sayısının kutsallığı hakkında gereken bilgiyi vermektedir. Hıristiyan toplumda yetişen biri ise kutsal üçlemeden bu sayının kutsallığına aşinadır.

Üç sayısı eski toplumlarda gök-yer-yeraltı üçlemesi ile kutsaldı. Üçleme Mısır mitolojisinde İsis-Osiris-Horus şeklindedir. Yunan mitolojisinde ise bu Zeus-Poseidon-Hades (Gök ve yer-Deniz-Yer altı) şeklinde var olmuştur. Hıristiyan inancında ise Baba-Oğul-Kutsal Ruh üçlemesine dönüşmüştür. (Bazı yerlerde Baba-Oğul-Meryem şeklinde). Bu üçleme İslam’da bazı mezheplerde Allah-Muhammet-Ali şeklinde görülmektedir.

Üçlemenin bir sembolik yanı da kutsal birleşme ve doğan çocuktur , bir başka deyişle baba-anne ve çocuk da bir üçlemedir. Bir başka üçleme de Beden-can-ruh üçlemesi olarak gösterilebilir. Sayı olarak üç kendisinden önce gelen iki sayının toplamı olarak da (1+2=3) önemlidir. Üç sayısı sembolik anlamlarının bir bölümünü üçgen şekline de devretmiştir. Üçgen sembolizmi ile üç sayısının sembolizmi arasında benzerlikler vardır.[4]

Alevilerin kutsal kitaplarında Alevi yolunun temelinin uyulması zorunlu olan 3 sünnet, 7 farza dayandığı belirtilir. Ayrıca Alevilerin yaşamları boyunca uymaları zorunlu ahlak sisteminin adeta simgesi olan “eline, diline, beline sahip olma” kuralı 3 öğüdü içerir. Alevilikte 3'e yüklenen kutsallık, can, canan ve çocuk (çoban) üçlemesiyle anlatılır. [13]

Kaynaklar
[1] http://www.mason-mahfili.org.tr/sozluk/kelime/ucgen-muselles.html
[2] http://tr.wikipedia.org/wiki/üçgen
[3] Kerime Üstünova, "Giresun’da Yaşatılan Sacayağından Geçme Geleneğinde ‘Sacayağı’ ve ‘Üç’ Ne Anlatıyor?" (makale), bilig, Kış / 2010, Sayı 52, s.187.
[4] Ayan Tamer, "Bilinen En Eski Masonik Kuruluş İskoçya Royal Order", Mimar Sinan Dergisi, 1998, sayı: 110, s. 18-19.
[5] "Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi", Eba Eğitim Bilişim Ağı, s.7., http://img.eba.gov.tr
[6] Sükrü Yarcan, "Balat ve Galata’da Yahudi Kültürü Üzerine Bir Gezi", İstanbul Kültür ve Turizm Müdürlüğü, İstanbul 2009, s. 7-8.
[7] Nesim Güveniş, "Sıradışı Bir Sinegog", Bülten (İsrail'deki Türkiyeliler Birliği Yayın Organı), Haziran 2011, sayı: 47, s.9.
[8] http://pozitifyasam.org/assets/files/agustos2007_sayi01.pdf
[9] Ebru Akgül, "Tadeusz Borowski'nin Sanatında Toplama Kampı Gerçeği" (yüksek lisans tezi), Ankara Üniversitesi, Ankara 2010, s.45.
[10] Mimar Sinan Dergisi, sayı: 17, s. 47.
[11] http://m.harunyahya.org/tr/works/8492/Masonlukta-sembollerin-sirlari
[12] http://v3.arkitera.com/h56657-mason-mimarisi.html
[13] Kerime Üstünova, a.g.e., s. 186.
[14] http://irige.tumblr.com/post/66087653494/ucgen-sembolunun-anlam

1 Şubat 2015 Pazar

Arles-sur-Tech Lahitinin Esrarı

Doğu Pireneler'deki küçük bir kasaba olan Arles-sur-Tech, çok ünlü bir yerdir. Ayrıntılar konusunda özel ilgileri nedeniyle akın eden bilimciler [1] bir yana, inançlılar kadar inançsızlar da bu küçük kasabayı ziyaret etme zorunluluğu duyarlar. Kasabanın kilisesinde, sarkaç ve çatal dallardan binlerce daha ilginç bir pınar vardır ve Cennet ile Dünya arasında bir yerlerden kaynadığına inanılmaktadır. Pınar, her biri yerden 20'şer cm yükseklikteki ince ayaklar üzerinde duran bir mermer lahitten fışkırır.

Lahite ününü kazandıran, 20. yüzyılın ilk yarısında ortaya çıkan bu  metin [2] olmadı. Bunun için yarım yüzyıl daha beklemek gerekti. Ama önce biraz anıttan söz edelim...

Mezar ya da daha doğru deyişle lahit, mermer bir bir bloktan oyulmuş, 1.80 metre boyunda, 60 cm eninde ve 45 cm derinliğindedir. Kapağı prizma şekline olup tepesi, oturduğu tabandan 30 cm yüksektir. Bazılarının 4. ya da 5. yüzyıldan kalma olduğunu iddia ettiği ve içinde iki azizin, St. Abdon ve St. Sennen'in kalıntılarının olduğuna inanılan lahit, bu "kutsal mezar" [3] konusunda yayınlanan bir televizyon programıyla birlikte Avrupa çapında ünleniverdi.

Üstteki fotoğrafta da gördüğünüz gibi lahit, açık havada ve küçük bir mezarlığa bakan 12 metre yüksekliğindeki bir duvarın dibindedir. Mezarlık, kuzeye açılır ve bitişiğindeki kiliseye bakar. Lahitin kalınlığı, neredeyse duvarınkine eşit ve 75 cm kalınlığındadır. Duvara tam manasıyla yaslanmaktadır. İsteyen, gözle görülen iki-üç aralıktan parmaklarını rahatça duvarla lahit arasına sokabilir. Ayrıca lahit, doğrudan yere oturmakta ve iki mermer blok üzerinde durmaktadır.

Lahitle ilgili mûcizevî fenomen, şöyledir: İçinde her gün hatırı sayılır miktarda [4] su birikmektedir.[5] Lahitin içinden bazen su taştığı söylenmektedir. Bazı yıllar, lahit içindeki suyun 2,24 litreyi bulduğu bile görülmüştür.

Lahit, ilgili televizyon programında "çözülmemiş esrar" olarak adlandırılmıştır. Program süresince çeşitli belgelere, bazı söyleşilere ve 1950'lerin sonunda hidrologlar tarafından yapılan ve "Şimdiye kadar yapılan araştırmalar, bazı noktaları aydınlatamamıştır." ve "Kutsal mezar, sırrını açığa vurmuyor." görüşlerini destekleyen bir araştırmaya da yer verilmiştir. Bitişikteki mezarlığın demir kapısına asılmış bir plakada el yazısıyla yazılmış anıtın tarihini de okuyabilirsiniz. Orada da "Kutsal mezarın sırrını açığa vurmadığı" yazılıdır.

Esrarın çok derin ve büyük bir araştırma gerektirecek türden olmasından çok, yaratacağı etkinin zaman zaman televizyonlarda boy gösteren güçlü medyumların yarattıkları türden olumsuz etkiler yaratmaya yatkın olması nedeniyle, geniş bir araştırma gereksizdir. Ayrıca hâlâ pek çok kişi, lahitin esrarının çözümsüz olduğuna inanmakta, hatta bazıları, çözümün 40 yıldan uzun bir süre önce getirilmiş olmasına karşı, hâlâ açıklamaların tümünün yetersiz olduğunu düşünmektedir.

İşin aslına bakacak olursak, TV'lerde ve diğer yayınlarda yer alan bütün o gizemciliğe karşın, 30 yıl önce yapılmış olan bilimsel araştırmalar, akla uygun bir açıklamayı çoktan getirmiştir.

Bu konuda 3 hidrologun vardıkları sonuçlara dayanmak zorundayız.[6] Bu sonuçlar da "La Houille Blanche" (Hidroelektrik Enerji) dergisinin Aralık 1961 sayısında yayınlanmıştı.[7]

Araştırma, Arles-sur-Tech'in aydın rahibiyle varılan anlaşma ve onun mezarlığın anahtarını vermesi ve onunla birlikte emekli bir öğretmen olan Monsieur Rougé'nin yardım ve  işbirlikleri sayesinde gerçekleştirildi. 1961 yılında 2,5 ay boyunda önceden belirlenmiş bir plan çerçevesinde ölçümler, gözlemler ve deneyler yapıldı Çalışmalar, sadece Paskalya döneminde, inananların ve turistlerin ziyareti için 2 gün sekteye uğradı.

"Gizemler" adlı bir Avrupa televizyon gösterisinde ortaya atılan ve Avrupa kamuoyunun büyük ilgisini çeken Anles-sur-Tech'teki bu "çarpıcı" fenomen, aslına bakıldığında asla daha doğal olamayacak bir fenomenden başka bir şey değildi. Yapılan incelemelerden sonra bir TV gösterisinin yapımcısı ve gazetecilik meraklısı sunucuların yarattığı yanlış bilgilendirme olmasaydı, fenomenimiz de artık hiç kimsenin ilgisini çekmez olurdu.[8]

Kaynaklar ve Dipnotlar
[1] Fizikçiler, kimyacılar, jeologlar, hidrologlar, sarkaç ve çatal dal araştırmacıları
[2] O. Leroy, "Vie Intellectuelle", no 43, 1936, s. 91.
[3] Kasabalılar, böyle adlandırıyor.
[4] Yaklaşık 2,28 litre.
[5] Lahit ile kapak arasındaki küçük bir deliğe pipet yerleştirerek çekebilirsiniz.
[6] G. Pérard, Honoré ve C. Leborgne.
[7] G. Pérard - C. Leborgne, "La Houille Blanche", Aralık 1961, no:6, s. 873-881.
[8] Georges Charpak - Henri Broch, "Astroloji, Kehanet, Telepati ve Diğer Yalancı Bilimlerin İçyüzü: Maskeler Aşağı!", Kapital Yayıncılık, İstanbul 2004, s. 92-98

30 Ocak 2015 Cuma

Abraham Lincoln'ün Saatindeki "Gizli" Mesaj




Amerikan iç savaşı sırasında başkanlık yapan Abraham Lincoln'ün köstekli cep saatinde "gizli" mesaj bulunduğu anlaşıldı. Washington'daki Tarih Müzesi yetkilileri, eski başkanın 1850'li yıllarda satın aldığı saatin mekanizmasına, bir tamirci tarafından yazı yazıldığının anlaşıldığını bildirdi.

Saatin altın mekanizmasına işlenen yazıda, iç savaşta atılan ilk kurşuna atıfta bulunuluyor ve ülkenin başında bir başkan bulunmasından duyulan memnuniyet dile getiriliyor: "13 Nisan 1861: Sumter kalesi isyancıların saldırısına uğradı. Allah'a şükür, başımızda hükümet var."

Saat çarkına minnacık harflerle gayet ustalıkla işlenen yazının, 1861 yılında tamirci Jonathan Dillon tarafından kazındığı bildirildi. Saat, arızalanınca o tarihlerde Abraham Lincoln, tamir için saatçiye gönderilmişti.

Müze müdürü Brent Glass, "Lincoln cebinde böyle bir mesaj taşıdığından tamamen habersizdi. Anlaşılan, tamirci tarihi bir olayı kaydetmek istemiş..." dedi. Saat, 1958 yılında müzeye verilmişti ve içindeki mesaj şimdiye kadar fark edilmemişti.

ABD'nin 16. başkanı Lincoln, 1861-1865 arasında başkanlık yapmıştı. Lincoln, 1865'te savaşın sonlarında bir güneyli tarafından öldürülmüş, savaşı kuzeyliler kazanmıştı.

Cumhuriyetçi Lincoln, köleliği kaldırdığı ve ABD'nin bütünlüğünü muhafaza edebildiği için, en büyük başkanlardan sayılıyor.[1]

Kaynaklar
[1] 11 Mart 2009 tarihli Hürriyet Gazetesi, "Lincoln'ün saatindeki 'gizli' mesaj". www.hurriyet.com.tr/dunya/11184389.asp

40 Sayısının Gizemi

Hemen hemen bütün kültürler sayılarla ilgilenmiş, hatta sayıların yaşamdaki rollerini biraz da abartmışlardır. Filozoflar da her şeyi sayı ile açıklamaya çalışmışlar, sayıların gizli, ahlaki ve sembolik güçleri olduğunu, alemin bile belirli sayısal ilişkilere göre yaratıldığını ileri sürmüşlerdir.

'1' sayısı tekliği ve yaratanı simgelediği için bütün inanç sistemlerinde kutsaldır. Günümüzde pek bilinmese de tarih boyunca çeşitli toplumlarda '3' mükemmelliğin, '5' yaşam ve sevginin, '72' bolluğun sembolü olmuşlardır.

'7' sayıların en kutsalıdır. İlk çağlarda bilinen beş gezegen ile Güneş ve Ay'ın toplam sayısının yedi oluşu, Tevrat'ta Tanrının evreni altı günde yaratıp yedinci gün de dinlendiğinin belirtilmesi '7' sayısına gizemli ve uğurlu bir sayı olarak bakılmasına sebep olmuştur. Göklerin yedi kat oluşuna olan inanış, müzikteki ana nota ve ana renklerin, haftanın günlerinin yedi tane oluşu, Roma'nın, İstanbul'un yedi tepe üzerinde kurulmuş olmaları, bu sayının gizemini iyice arttırmıştır.

'12' sayısının gizemi gökyüzündeki on iki yıldız grubundan (burcundan) geliyor ama bu sayının asıl özelliği 2, 3, 4, ve 6 ile bölünebilmesi ve eski çağlarda en çok kullanılan sayı birimi olmasıdır. '12' sayısı bugün bile düzine adıyla sayı birimi olarak kullanılırken katları 24, 60 ve 360 da zaman ve açı birimleri olarak kullanılıyorlar.

'40' sayısı ise daha ziyade İslam toplumunun günlük yaşamında en çok kullanılan sayıdır. İçinde kırk sayısı geçen isim ve deyimlerin bazıları şunlardır: Kırkpınar, kırk haramiler, kırk-ikindi yağmurları, kırk dereden su getirmek, kırk bir kere maşallah, kırk ev kedisi, kırk para, kırk yılın başı, kırk yılda bir, kırk yıllık dost. kırk katır mı-kırk satır mı, bir fincan kahvenin kırk yıl hatırının olması...

Kırk sayısının özel ve uğurlu bir sayı olduğuna, bazı tabiat varlıklarını temsil ettiğine çok eski çağlardan beri inanılır. Dinde, matematikte, astronomide, astrolojide, edebiyat ve tasavvufta ayrı ayrı anlamlan vardır.

Kırk sayısı eski Mısırlılarda gök varlıklarının kendi yörüngeleri üzerindeki dönüm sürelerini gösterir. Tevrat'ta da insanın yaş dönemlerini belirtir. Muhtemelen 'kırkından sonra azmak' veya 'kırkından sonra saz çalmak' deyimleri de buradan kaynaklanır.

Eski doğu ülkelerinde, Hindistan'da ve Türklerde büyük önem taşıyan kırk sayısı sonradan İslam inançları içersine girdi. Kırk sayısı Kuran'da ve onun hükümlerine dayanan hadislerde de geçer. Bunların biri de insanın 40 yaşında olgunlaşması ile ilgilidir. Hz. Muhammed'e 40 yaşında peygamberlik verilmesi, İslam dininin doğuşu sırasında ona ilk bağlananların kırk kişi olması, kadınlarda hamileliğin 40 hafta sürmesi de bu sayının kutsallığına olan inancı geliştirdi. İnsanın malının kırkta birini zekat olarak vermesi de bununla ilgilidir.

Ayrıca, insanlar tarafından Nuh tufanının 40 gün süren yağmurlardan sonra oluştuğuna, Tanrının Hz. Adem'in çamurunu 40 gün yoğurduğuna, dünyanın sonu yaklaştığında Mehdi'nin kıyametten önce 40 yaşında ortaya çıkacağına ve kırk yıl yeryüzünde kalacağına inanılır.

Doğum yapmış kadınların çocukları ve ölüler için doğumdan ve ölümden sonra, 40 gün geçmesi daha sonra şerbet ve lokma dağıtılması ile 'kırkı çıkmak' deyiminin kullanılması da 40 sayısının özelliğine olan inançla ilgilidir.

29 Şubat'ın Esrarı

Türkiye'de, 29 şubatta doğan 25 bin 324 vatandaş, dört yıl aradan sonra doğum günlerini kutlayabilecekler. Nüfus ve Vatandaşlık İşleri Genel Müdürlüğünden alınan verilere göre, Türkiye'de kütüklere kayıtlı kişiler arasında 29 bin 460 kişi 29 şubatta doğdu. Bunlar arasında hayatta olan 25 bin 324 kişi ise 4 yıl aradan sonra bu ay, tekrar doğum günlerini kutlayabilecek.

Dört yılda bir gelen 29 şubatta doğanlar arasında, Türkiye ve dünyaca tanınmış isimler de yer alıyor. Ünlü ressam Balthus 29 Şubat 1908'de, sanatçı Erol Büyükburç 29 Şubat 1936'da, oyuncu Nejat İşler 29 Şubat 1972'de doğdu.

Türk tiyatrosu ve sinemasının duayeni Muhsin Ertuğrul ile ünlü şarkıcı Khaled ve Fener Rum Patriği Bartholomeos da 29 şubatta doğanlar arasında...

Dünya Bekârlar Günü
İrlanda'da "evde kalmış kızlar" için de 29 şubat tarihinin özel anlamı bulunuyor. Olayın hikayesi şöyle:

 "İrlandalı iki Aziz St. Patrick ve St. Bridget, evlenme teklif etme hakkını 4 yılda bir kadınlara vermiş. St. Patrick 'madem dört yılda bir, bari uzun yıllar kadınların olsun' demiş. Evde kalmış kızlar da özellikle bu 29'uncu günü kullanır olmuşlar. 29 şubat günü de 'Dünya Bekarlar Günü' olarak tanınmış."

"Bütün takvimler uzun süre güneş yılı uzunluğunun ölçümündeki ufak hatalar ya da bir yılı aylara bölerken ortaya çıkan sorunları çözemedi. Bu sorunlara, bugün kullanılan takvime de temel olacak şekilde bir cevap geldi. M.Ö. 46'da Jül Sezar, Yunan astronomu Sosigenes'in önerisi üzerine bir yılın 365 gün 6 saat olduğuna karar verdi. Buna göre, bir yıl 365 gün üzerinden hesaplanacak, kalan 6 saatler de toplanarak her dördüncü yıla 1 gün eklenecekti.

Jülyen takviminin de bir sorunu olduğu zamanla ortaya çıktı. Bu, 1 yılın gerçek uzunluğunun 365 gün 6 saat değil, bundan yaklaşık 11 dakika daha kısa olmasından kaynaklanıyordu. Bu 11 dakikalar, yıllar içinde önemli kaymalara yol açtı. 1500'lü yıllara gelindiğinde bu kayma 14 güne çıkmıştı. 1582 yılında papa 13'üncü Gregorius, o yıldan 10 gün düşürülmesini emretti. Gregoryen Takvimi, bu tarihten sonra zamanla çeşitli ülkelerde benimsenmeye başlayarak bugünkü yaygın durumuna geldi."

29 Şubatın Farkı
-Bir yıl (örnek 1956) eğer dörde bölünüyorsa o yıl şubat 29 çeker. Ama bu bölünen yıl aynı zamanda 100'e de bölünüyorsa o zaman şubat 29 çekmez.
 Ancak bu 100'e bölünen yıl 400'e de bölünüyorsa şubat 29 çeker. Örneğin 2000 yılı. Hem 100'e hem de 400'e bölünür.

 -29 Şubat 28 yılda bir pazar gününe denk gelir ve bu pazar da şubat ayının 5'inci pazarı olur.

 -29 Şubatta doğanlar, doğum günlerini ancak dört yılda bir doğru zamanda kutlayabilir.

2012, Marduk ve Çağların Dönüşümü

Hamdi Bey, o sabah hanımının elinden bol köpüklü kahvesini içerken her zaman olduğu gibi gazetesini okuyordu. Gazetesinin her köşesini severdi ve özellikle de köşe yazarlarını kelimesi kelimesine takip ederdi. Emekli bir öğretmendi Hamdi Bey ve her sabah yaptığı bu gazete & kahve ritüeli, onun en büyük keyfiydi. Fakat o gün gözü bir habere takılmıştı. Sakallı bir adamın resmi ve bir gezegen fotoğrafı vardı haberde ve 2012 tarihi ve bir gezegenin Dünya'ya yaklaşıp ortalığı birbirine katacak olması ile ilgili de bir şeylerden bahsediyordu. Haberi dikkatlice okudu ve hemen içeri seslendi: “Afitap Hanım, Afitap Hanım, 2012'de Dünya'ya Marduk diye bir gezegen yaklaşacakmış ve ortalığı birbirine katacakmış, gazetede yazıyor.” Afitap içerden yanıt verdi: “Daha sekiz sene varmış bey, niye endişeleniyorsun, yarın ola hayrola, hem gün doğmadan neler doğar, sen öğlen ne yemek istiyorsun onu söyle…”

Bizlerin, Burak Eldem'in “2012: Marduk'la Randevu” kitabına genel olarak verdiğimiz tepki bu oldu. Tabii ki kitabı alıp okuyanlar ve üzerine düşünenler de oldu, hatta işi abartıp dağa çıkıp Marduk'tan yırtma kolonileri oluşturanlar da, ayrıca yazara küfredip, onu en ağır dille eleştirenler de… Ama sonuç ne olursa olsun, hepimizin aklına bir 2012 senesi yerleşti. Peki nedir bu işin aslı ve daha da önemlisi bizleri nasıl etkileyecek bu tarih? Ayrıca Burak Eldem, nerden yumurtladı böyle bir şeyi de ortalığı ayağa kaldırdı. İşte bu yazımda da sizlere bunları anlatmaya çalışacağım.

Öncelikle 2012 tarihiyle ilgili yorumların başlangıcı Burak Eldem'in kitabından daha da öncelere dayanıyor. Şahsen ben bu tarihte bir şeyler olacağına dair ilk bilgileri 1998 civarında Kryon kitaplarında okumuştum ki spiritüel bilgilerle haşır neşir olup, bu kitapları okuyanlar da bu tarihi iyi bilirler. Fakat bu tarihin bilgisi çok daha eskilere, tâ Mayalar'a kadar uzanır. Maya takvimine göre 2012 senesi 4. güneşin ölümü ve 5. güneşin doğumunu anlatır ve bu da bir çağın bitip, yeni bir çağın başlaması anlamına gelir. Maya takvimine göre olan bu dönüşümün, bizim kullandığımız Gregoryen takvimine göre olan hesaplaması da 1950'lerde yapılmıştır. Yani anlayacağınız 2012 tarihi, öyle mantar gibi bitmemiş veya birilerinin uydurmasıyla ortaya çıkmamıştır. Binlerce yıla uzanan bir tarihçesi vardır. Bu noktada aklınıza şu soru takılmış olabilir: Bu Mayalar ne iş peki? Yani adamlar, madem öyle her şeyi bilen, takvimleriyle dünyayı sallayabilecek potansiyelde bir uygarlıktı, neden müzelik oldular da belgesel kanallarına düştüler. Benim Mayalar'a dair bildiğim en önemli şey, ruhani açıdan çok gelişmiş bir uygarlık olmaları ve hatta aniden ortadan kaybolmalarının arkasında da ruhsal gücün en yüksek seviyelerine ulaşmış olabilecekleri durumunun yatma ihtimali. Ne kadar doğrudur bilinmez ama mesela James Redfield'ın “Dokuz Kehanet”in de Mayalar'ın ruhsal titreşimlerinin çok yükselmesi sonucu, boyut değiştirdikleri bile iddia edilir. Neyse bunlar sadece iddialar, ama Mayalar hiç de öyle yabana atılacak bir uygarlık değil, ayrıca takvim ölçümleri ve astroloji konusunda da son derece gelişmişler. (Koca koca piramitleri boş yere dikmediler hani.)

Gelelim bu konuyu gündemimize taşıyan insana ve kitabına. Bir kere kişisel olarak yakından tanıdığım bir insan Burak Eldem ve tanıdığım en ayakları yere basan insandır. Hiç öyle uçarı kaçarı, desteksiz atması da yoktur. Çok da büyük bir tarih aşığıdır aynı zamanda ve zaten bu kitabın çıkışı da bu aşkına dayanıyor. Onla bir sohbetimizde bu kitabı neden yazdın diye sormuştum ve bana, tarihin yalnızca krallar, kahramanlar ve savaşların tarihi olmadığını; doğanın ve evrenin içindeki döngü ve süreçlerin de tarihin biçimlenmesinde pay sahibi olduğunu; eski uygarlıklardan kalan kayıtların çoğunda, uzak geçmişte yaşanan geniş çaplı zincirleme afetlere değinildiğini; belli bir dönemde doğada yoğunlaşan hareketlilik ve afetlerin, toplumların ekonomik dengelerini sarsıp, siyasi ve sosyal yapılarını derin biçimde etkilediğini ve radikal değişimlere yol açtığını anlattı. Mayaların sözünü ettiği dönüşüm aslında böyle bir şeydi ve aynı bilgi ve öngörülere Babil'de de, Mısır'da da, Hindistan'da da rastlamak mümkündü.

Bu konuşmadan sonra kitabı okuduğumda, ne demek istediğini anladım. Bir kere ilk başta Eldem'in kitabı bir “gezegen gelecek, sizi sevecek” kitabı değil. Alternatif bir tarih kitabı ve kitabın ilk 300 sayfasında gezegenin gelişine dair bir şey yok. Daha çok “alternatif uygarlık tarihi” olarak da değerlendirebiliriz ve benim gibi tarih hastaları için müthiş keyifli bir deneyim. Kitabın devamındaki bağlantıları okuduğunuzda da insan koca bir “haaaa…. (di ya!!!)” çekiyor ve bir anda yaşadığı iş-ev-okul vs.'den ibaret dünyasından bir adım geriye çekip, aslında nasıl büyük bir sistemin parçası olduğunu görüyor. (Fakat neyse ki bir süre sonra kısır döngüsüne dönüyor da rahatlıyor.) Dünya beş milyar yaşında bir gezegen ve bizim bildiğimiz tarih taş çatlasa 10.000 senesini kapsıyor bu tarihin. O süre içinde de neler olmuş neler ve bizlerde 2000'li yıllarda bunun parçalarıyız. Her ne kadar mevcut egomuz tüm galaksiyi kendi yaşadığımız mekanlarla sınırlı olarak algılatıyor ve her birimiz “Küçük Prens”teki gibi kendi gezegenlerimizde krallıklar kurmuş ve hükmedecek teba arıyorsak da, yaşam bizim dışımızda sürüp gidiyor ve biz inansak da inanmasak da Marduk'un gelişi de doğal döngünün bir süreci. 3661 senede bir bu taraflardan geçiyor bu gökcismi ve dünyadaki yaşamı da ciddi biçimde, derinden etkiliyor. Ha burada şunu söylemek lazım, diyelim böyle bir gezegen yok, diyelim 2012 tarihi de anlamsız bir tarih… Bu bize ne getirecek veya ne götürecek? Burak Eldem haksız çıkarsa (ki tanıdığım Burak Eldem, gelecek diyorsa gelir o gezegen) zil takıp oynaması mı lazım birilerinin?

İşte bu noktada çağların dönüşümü konusunu ele almamız gerekiyor ve bu, 2012 yılı tartışılırken pek de değinilmeyen konuları değerlendirmemizi gerektiriyor ki ne getirecek, ne götürecek anlaşılsın.[1]

İnsanlık, teknolojinin zirvesinde olduğunu düşünüp, ne büyük medeniyetler yarattık diye övünürken, aslında o medeniyetlerinin ne kadar eksik olduğunun farkında değil. Evet teknolojik olarak birçok ilerleme kaydedildi, ama bu teknolojilerin hammaddelerini elde etmek için nice kan ve gözyaşı döküldü, Dünya'nın doğal dengesi bozuldu, yeni hastalıklar peydahlandı. Bu teknolojiler dünyanın bütününe katkıda bulunmak için değil, daha fazla güç ve para kazanmak için kullanıldı ve insanlık maddeye kendini kaptırmışken, manayı; daha doğrusu kendi ruhunu unuttu. Manayı gözetmeden gerçekleşen maddi gelişim sakat olacaktı ve oldu da. İnsanlık olarak aslında feci bir batağa saplandık, bu batağa saplandığımızın farkında olup da bizleri uyarmaya çalışanlara da aldırmıyoruz. Bu arada yaşadığımız gezegenin sonunun yaklaştığına dair uyarılar her gün gazetelerimizde, ama gün geçtikçe küçülüyor bu haberlerin sütunları, çünkü artık kanıksanmaya başladı. Bu konuda bir şeyler yapabilecek güçte olanların hepsi de aslında problemlerin kaynağını oluşturuyor: mesela ABD dünyayı en çok kirleten ve kaynaklarını tüketen ülke ve bundan vazgeçmeyi istemiyor. Nasılsa elimde gücüm var, kaynağım tükenirse başka bir kaynağın üzerine çökerim, kimse de bir şey yapamaz düşüncesinde; yeter ki bilmem ne üniversitesinin gençleri bira içip “Yeah, yeah” naraları atıp demokrasilerinin(!) nimetlerinden faydalanmayı sürdürebilsinler. ABD'de durum böyle, diğerlerinde farklı mı? Kimsenin dünyanın bütününü, gelecek kuşaklara ne olacağını düşündüğü yok. Herkesin tek derdi, kendini kurtarmak aslında. Çünkü “ruh”un olmadığı yerde karanlık hakimdir ve insanlar karanlıktan korkarlar. Dünyadaki birçok insan derin bir karanlıkta yaşıyorlar ruhsal anlamda ve sürekli korkuyorlar. Bu karanlık dışarıda değil, kendi içlerinde… İhmal ettikleri tarafları, kendilerini müthiş korkutuyor ve aslında insanlar, “kendilerinden korkuyorlar” ve korktukları taraftan da kaçıp, kendilerini kurtarmaya çalışıyorlar. Bunun tam tersinde ise tamamen kendilerini maneviyata adamışlar var, ama onlar da maddi dünyayı ihmal ettikleri için o kısım karanlıkta kalıyor ve onlar da maddi dünyadan korkup, kendilerini maneviyata adıyorlar fena halde ve onların da dünyaya pek bir katkıları olmuyor. Anlayacağınız dünyamız fena halde dengesiz vaziyette. Herkes kendinden ve birbirinden korkuyor; maddeye dalan maneviyi, maneviye dalan maddeyi unutuyor. Durumun farkında olan kişi yok değil, ama sayıları o kadar az ki… Ama yine de ellerinden gelenleri “Bir insanın çabası bile çok şeyi değiştirebilir.” inancıyla yapmaya çalışıyorlar, fakat bu çabalar ne kadar yeterli geliyor tartışılır. Kısaca bütüne baktığınızda anlayacağınız insanlık olarak dibe vurduk vuracağız.[x1]

İşte insanlık olarak en dibe vuracağımız ve tekrar yükselişe geçmeye başlayacağımız tarih 2012. 2012 için “Çağların Dönüşümü” derken bahsedilen aynen bu. Yani o tarih, insanlık olarak p...muzun dipteki kuma vuracağı, ama sonrasında da her inişin çıkışı vardır prensibiyle tekrar yükselişe geçeceğimiz bir tarih. Tabii p...muzu sağlam vuracağımızı ve canımızın yanacağını da belirtmem lazım, çünkü bu düşüşe biz binlerce yıl önce, tâ Atlantis'in batışıyla başlamıştık ve “Altın Çağ”dan “Karanlık Çağ”a geçiş yapmıştık, şimdi de “Karanlık Çağ”dan “Altın Çağ”a doğru ilerleyeceğiz. Ne kadar bilimkurgu gibi geliyor öyle değil mi?

Aslında bize bu kadar bilimkurgu gelmesinin nedeni, bizlerin hayatı ve yaşadığımız dünyayı algılayışımızın darlığından kaynaklanıyor. Her birimiz kendi gezegenlerimizin kralları olduk ve tüm galaksiyi kendi gezegenimizden ibaret sanıyoruz. Bir New Yorklu için tüm galaksi New York merkezli dönüyor, bir İstanbullu için de İstanbul merkezli. Hatta daha da basite indirgersek, tüm evren etrafımızda dönüyor gibi hissediyoruz çoğumuz. Yaşadığımız çevreden ötesi yok sanki. Hani kuyunun dibindeki kurbağalar hikayesi vardır ya. Kuyunun içinden tepeye bakıp kuyunun ağzından görünen yıldız sayısına göre evren hakkında yorum yapıyorlarmış. Birisi diyormuş ki “İşte tüm galaksiyi görüyorum ben, 15 yıldız”, diğeri farklı bir açıdaymış ve “Sen körsün Allah'ın kurbağası, 25 yıldız”, bir diğeri de “Siz hepiniz körsünüz, 45 yıldız”. Derken yağmur yağmış ve kuyunun suyu taşınca dışarı çıkmışlar, bakmışlar ki milyonlarca yıldız var. İşte bizleri de kuyunun dibinden çıkartıp, yaşadığımız hayata bambaşka gözlerle bakmamızı sağlayacak bir “yağmur” gerekiyor ki yukarı doğru yükselebilelim ve o milyonlarca yıldızı görebilelim. Bu noktada da Marduk devreye giriyor.

Peki, diyeceksiniz ki; “Eee kardeş, bu Marduk'un yaklaşması, bir sürü doğal afet ve felaketi de beraberinde getiriyor; hani neresi aydınlanma, neresi yükseliş bunun?”  Bizler maalesef bize düzgün düzgün anlatılan ve “Aman dikkat et, felakete doğru gidiyorsunuz!” şeklinde efendice yapılan uyarıları pek sallamayan organizmalarız. Binlerce yıldır, her türlüsünden binlerce insan bir taraflarını yırttı: “Yapmayın etmeyin, gezegeninizi, yaşamınızı mahvediyorsunuz; yanlış yoldasınız.” diye. Biz, o mesajları ne yaptık? Komedi filmlerine malzeme. “İçinize dönün, kendinizi bulun…” uyarıları aldık, kahkahalarla gülünen esprilerden ibaret. “Kendinizi sevin, kendinizi tanıyın…” sözleri de zaten artık hediyelik bardakların üzerindeki sloganlardan öte değiller. Bu durumda evrene de “Nush ile uslanmayanı etmeli tekdir, tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir.” dizelerinin sahibi Ziya Paşa'yı onaylamak düşüyor. Tabii şu da var ki insanoğlunu bir araya getirmenin tek bir yolu var maalesef: Ortak bir tehdit. Ülkemizden düşünün mesela, içerde birbirini kırıp döken insanlar ne zaman kol kola bir araya geliyor? Dış bir tehdit belirdiğinde... Kurtuluş Savaşı'nı düşünün mesela, nasıl bir birlik oluşturmuştu bu ülkenin insanları ve nasıl bir sonuç elde edildi! Aynı durum dünya için de söz konusu, ne kadar birbirimizi yesek etsek de, ortak büyük bir tehdit karşısında, tüm kavga dövüşü bırakıp birbirimize kenetlenme potansiyelimiz var. Yaşadığımız büyük felaketlerden de görebiliriz bunu; Dünya'nın bir yerinde büyük bir felaket olduğunda, diğerleri kavgayı dövüşü bırakıp oraya yardım etmeye çalışmıyorlar mı? (Yunanistan'la aramızı düzeltenin depremler olduğunu hatırlayın.) Demek ki insanlık olarak bunu gerçekleştirebilecek potansiyelimiz var. Şimdi bu tehdidi gezegensel boyutta düşünün ve insanlığın nasıl bir araya gelebileceğini hayal edin!!! Hemen ardından şunu ekleyeyim yine Kurtuluş Savaşı'ndan bir örnekle: birbirine kenetlenmiş bir halk, savaşı kazandıktan sonra ne yaptı? Hazır kenetlenmişken, büyük bir liderin yönlendirmesiyle de yeni bir ülkünün peşinden koşmaya başladı: Ülkesini yeniden kurmak. Şimdi bunu gezegene uyarlarsak: Büyük bir tehdit karşısında birbirine kenetlenmiş bir insanlığı şu ülküye yönlendirmek mümkün müdür sizce? Dünya'yı yeniden kurmak. Soracaksınız hemen, Türkleri Atatürk yönlendirdi, peki dünyayı kim yönlendirecek? [2]
İnsanlık olarak hep başımızda bir yol gösteren olmasını istedik ve başımız sıkıştığında da dualarımız, “Bize bir kurtarıcı gönder, Rabbim” şeklinde oldu bugüne değin. Bu dualarımızın yanıtlarını da “Mesihlerin yollanması” olarak aldığımıza inandık. Tarihimizdeki Mesihlerin bir kısmı gerçekten değişimler yarattı ve hep hatırlandı, bir kısmı da birilerinin gazıyla kendini Mesih ilan etti, ama ya peşindekileri felakete sürükledi, ya da şamarı yiyip oturdu yerine. Fakat tüm bu Mesih maceralarımız insanlık olarak bizim ne kadar “armut piş, ağzıma düş”çü olduğumuzun da göstergesi aslında. Koyun sürüleri gibi, bir çobansız yapamıyoruz, illâ birisi gelecek ve bize “Şunu şunu şunu yapın.” diyecek, canımıza minnet! Geçen aile büyüklerimizden biriyle konuşuyordum kendi aklını kullanmak üzerine, bana açık açık dedi ki: “Ben öyle aklını kullanmak gibi şeyleri bilmem, birisi çıkacak bize sen şunu yap diyecek, biz de yapacağız!” Helal olsun dürüstlüğüne dedim içimden, darısı kendi aklını kullandığını sanıp, ben özgürüm naraları atıp da aslında bir çoban peşinde koşanlara diye de ekledim. Çünkü o, kendini olduğu gibi kabul etmişti, ha bu noktadan sonra isterse çok da kolaylıkla kendi aklını kullanmaya doğru koşar adımlarla gidebilirdi; ama kendinin neyi aradığını bildiğini sanıp, fareli köyün kavalcılarının peşine takılan niceleri var ki… Peki bu, neden böyle? İşte bu sorunun yanıtı, yaşanan tüm bu süreçlerin nedenini de ortaya koyuyor: Kendini tanımamak ve kendi değerini bilmemek…

Bu, bazılarımız üzerinde “ruhânî yalama” etkisi yarattığından ötürü hiçbir etki yaratmayan cümle, yaşanacak olanların da sırrını gizliyor aslında. İnsanoğlu bugüne kadar hep “koyun olma”yı deneyimledi bir bakıma. Koca bir gezegen dolusu insan, kendini yalnız, güçsüz, ötelenmiş ve değersiz hissetti ve hissetmeye de devam ediyor. Herkes birbirinden, ama aslında kendinden fena halde korkarak yaşıyor. Ne kadar komik değil mi, bir insana gidip “Allah belanı versin, sen rezil bir insansın!” dediğinizde onu hemen kabulleniyor içsel olarak ve bin bir türlü tepki verebiliyor, ama aynı insana “Sen ne kadar değerli, ne kadar güzel bir insansın…” dediğinizde değil tepki vermek, elini kolunu nereye koyacağını şaşırıyor. Olumluluğa, değer vermeye, güzelliğe… nasıl tepki vereceğimizin dilsel kodlaması bile çok eksik. “Teşekkür ederim.” ve buna eklenmiş birkaç kelimeden öte tepki yok, ama lanet okuma, küfretme, olumsuz tepkiler verme konusunda ansiklopedi dolduracak kadar argümanımız var. İşte artık insanlığın bu halinin toptan değişme zamanı geldi. –Her ne kadar kapitalist sistemin araçlarından birisi haline dönüşmeye başlamışsa da- Boşuna değil, onca rûhâniyet arayışı, ruhsal kitapların artışı, insanların kendi varoluşlarına dair yeni yanıtlar bulmaya çalışmaları. Tüm bunlar insanlığın yaklaşan yeni Altın Çağı'nın ilk adımları aslında… Bu noktada aklınıza şu soru gelebilir: Peki insanlığa bu yeni çağda rehberlik edecek kim ve madem 2012 yılı bu değişim sürecinin ekinoksu, bu dönemde neler yaşanacak?

Bir kere göklerden bir Mesih gelecek de bizleri kurtaracak diye bekleyenler, daha çok beklerler, çünkü bu dönem insanlığın koyun sürüleri olmaktan çıkıp, kendi kendilerinin çobanı olmayı öğrenecekleri bir dönem. Öyle çıksın birileri, bizi kurtarsın falan, kısaca yemezler artık! (Ha bu noktada şunu belirteyim ki gerçek bir Mesih öyle “Geldim, ey insanlık, kurtaracağım sizi!” durumunda olan bir kişi de değildir hani. Çünkü Mesihlik, bir bilinç hâlidir aslında, aydınlanmış-kendini tanımama bilgisizliğinin karanlığından kurtulmuş insanı anlatır. Bu hâli yaşayan bir insan da tüm insanların bu aydınlamayı yaşama potansiyelinin olduğunu bilir ve kendini diğerlerinden üstün görüp, “Gelin kurtarayım sizi…” havalarına girmez.) Nitekim bu dönemde, insanlar kendi kendilerinin Mesihleri olacaklar ve bir bütün olarak Mesih enerjisini yaşayıp, ruhsal tekamülün en önemli aşaması olan, kendini tanımayı ve kendi değerini bilmeyi deneyimleyecekler. Anlayacağınız insanlık için acayip zor bir dönem olacak bu, çünkü bir insan için bu dünyadaki en zor şey kendisiyle yüzleşmek aslında ve evren eninde sonunda,  yaptıracak bu yüzleştirmeyi tüm insanlığa ve bu yüzleşmeyi gerçekleştirebilenler de zaten yeni dünyanın kuruluşunda rol oynayacaklar. (Biraz fantastik mi oldu ne? Durun daha da fantastiği geliyor.) Bu kuruluş esnasında her ülkeden ve milletten çeşitli gruplar, topluluklar bir arada çalışacaklar ve şu anda tanıdığımız dünyadan çok farklı, -olumlu yöne doğru ilerlemiş- bambaşka bir dünya ortaya çıkacak. (Tabii ki bütün bunlar altı sene sonra, yani 2012'de lönk diye olmayacak. Onlarca, belki de yüz yıl boyunca yaşanacak değişimlerin sonucu ortaya çıkacak bu gelişimler, ama 2012'nin insanlık için “Ruhânî Ekinoks” olduğunun ve değişimin başlangıç noktası olacağının altını tekrar çizmek istiyorum.) Bu yeni dünya oluşum sürecinde -her ne kadar artık ulusal kimliklerin pek bir önemi kalmayacak ve “İnsan” kimliği ön plana çıkacak olsa da- dünyanın kilit diyebileceğimiz bir noktasında yaşayan bir grup insana da çok önemli bir rol düşecek ki bu insanlara, diğer dünya insanları “Türkler” adını veriyor…

“Türkler”in yeni dünyanın oluşumunda alacakları rolü bir sonraki yazıma bırakmak istiyorum izninizle, ama öncesinde aklınıza takılabilecek bir sorunun da yanıtını vermek istiyorum kendi düşüncelerime göre; diyeceksiniz ki; “Tamam, iyi diyorsun, hoş diyorsun da, şu anda dünyanın mevcut hali de belli hani, senin söylediğin değişiklikleri tetikleyecek, mevcut sistemi kökünden değiştirecek kadar güçlü bir etken ne olabilir ki be kardeş?”

Eh, bu sorunun yanıtı yolda ve onunla tanışmamıza da topu topu altı sene kaldı... Adı mı? Kimi Marduk diyor, kimi de Nibiru… [3]

Kaynaklar
[1] www.derki.com/sayi19/308-2012-marduk-ve-caglarin-donusumu.html
[2] ww.derki.com/sayi19/308-2012-marduk-ve-caglarin-donusumu.html?start=1
[3] www.derki.com/sayi19/308-2012-marduk-ve-caglarin-donusumu.html?start=2

29 Ocak 2015 Perşembe

Astral Seyahat Deneyimleri, I


Aşağıda Dr. Melvin Morse ve Paul Perry'nin yazmış olduğu "Trasformed By The Light" (Ölüm Sonrası Deneyimler) [1] isimli kitaptan aldığım bir örneği aktarmak istiyorum ÖYD (ölüme yakın deneyimler) yaşayan bayan, olayla karşılaştığında 15 yaşındaydı. Mutfaktaki telefonla yabancı dil sınıfından bir oğlanla konuştuğu sırada telefon hatlarına yıldırım düşmüştü. Telefon kablosu, toprak hattına bağlı olmadığı için elektrik akımı telefon telinden geçerek genç kızı başından çarpmıştı. Deneyimi şöyle anlatmaktadır: [2]

"Zemindeki hat boyunca ilerleyen yıldırım, içimden geçmişti. Hattan elimdeki kulaklığa erişmiş, kulağımın içine girmiş, kulak zarımı patlatmış, işitme sinirimi yakmış, boynumdan aşağı doğru inmiş ve omzumdan dışarı çıkarak yaslanmakta olduğum radyatör dilimlerine geçerek evi terk etmiş. Annem evin içinde tüfek patlamasına benzer bir ses duyulduğunu ve çarpmanın şiddetiyle üç metre kadar savrulduğumu anlatmıştı. Beni buldukları zaman ahizeyi hala sıkı sıkı tutuyormuşum.Bütün bunları sonradan öğrendim, çünkü o sırada bunların bilincinde değildim. Kendimi aniden başka bir boyutta buldum. Bir tünelden geçtiğimi veya buna benzer bir şey hatırlamıyorum. Fakat çok huzur verici bir duruma, gayet beyaz ve pırıl pırıl parlayan ışık görünümündeki bir yere aktarılmıştım. Normalde böyle bir ışıktan gözleriniz kamaşır, hatta ona bakamazsınız bile. Fakat içinde bulunduğum durumda ona bakılabiliyordum ve o, sükunet yayıyordu.

Kelimelere dökerek tanımlamak çok zor. Gün batımında, bulutların üzerinde uçan bir uçakta olmaya benzetilebilir. Fakat uçak yerine her tarafımdan kayıp giden bulutların ve kırmızı ışığın içindeydim ve ona dokunabiliyordum. Bunu tanımlamaya çalıştığımda yetersiz kaldığımı görüyorum.

Bu manzaraya had safhada bütünsel bir barış duygusu eşlik ediyordu. Çocukken mutsuz değildim, yani bu, o zamana kadar mutsuz ve huzursuz bir yaşantım olduğu şeklinde anlaşılmamalı. Ancak buradaki barış duygusu o güne kadar hiç tatmadığım bir şeydi.

Bedenim yoktu, fakat madde denilebilecek bir şeyin içindeydim. Eğer siz de orada olsaydınız ve bana dışarıdan bakıyor olsaydınız, jelatinden ince (süptil) yapıda bir kapsülün, ince uzun ilaç kapsüllerine benzeyen bir şeyin içinde olduğumu görebilirdiniz. Kapsülün beni denetleyen veya sınırlayan bir yanı yoktu, fakat her nasıl oluyorsa o bir biçimde duyularımı içinde bulunduruyordu."Benliğim"onun içindeydi ve görme, işitme, koku alma duyularım da... fakat bir bedenim yoktu ve olmamasına da aldırmıyordum.

Yani hiç önemli değildi. Orası sıcacık ve aşinaydı. Ölüm korkusunu tamamen giderdi. Bunun bir sonra gidilecek boyut olduğunu idrak ettim. Yaşantımla ilgili herhangi bir şeyi düşünme isteğim yoktu. Endişelerim yoktu. Orada çok mutluydum.Birden aşağı doğru çekiliyormuşum ve bedenime doğru savruluyor muşum gibi hissettim. Çok kızgındım. Daha önce hiç böyle şiddetli bir öfke duyduğumu hatırlamıyorum. Bu öfkeyle avaz avaz bağırıyordum, çünkü bulutların arasındaki o yere geri dönmek istiyordum!Hiçbir şey duyamıyordum, çünkü kulaklarımda yüksek seste bir çınlama vardı. Fakat köpeğim Sparky'nin beni yaladığını hissedebiliyordum. Collie cinsi köpekler yalnızca sizi buldukları ya da korktukları zaman böyle davranırlar. Annem beni o sırada buldu. Onun tahminine göre yıldırım çarpmasının üstünden dört ila altı dakika geçmiş olmalıydı." [2]

Kaynaklar
[1] Dr. Melvin Morse & Paul Perry, "Trasformed By The Light" (Ölüm Sonrası Deneyimler), Ege Meta Yayınları
[2] Nusret Sefa Yıldız, "Astral Seyahat Teknikleri", Meta Yayınları, İstanbul 2012, s. 32-34.